Gıda ve politikayı genellikle birarada düşünmüyoruz. İster ağız sulandıran bir dana kaburga, ister bir fincan kahve veya vegan bir falafel tabağı tercih edelim; gerçek şu ki politika ve toplumsal hareketler yemek tercihlerimizi doğrudan etkiler.
Hayati unsurlar olan gıda; çevre, insanlar, tarih, toplum ve kültürle o kadar iç geçmiştir ki, bugün yiyip içtiğimiz hiçbir şey inançlarımızdan, değerlerimizden ve sosyal bağlamdan bağımsız düşünülemez. Peki gıda tercihlerimiz yaşamdaki tercihlerimizi ne kadar yansıtıyor? Yerel, organik ürünleri tercih etmek ya da tarımsal tarım ürünlerini satın almak gibi seçimlerimiz bir politik olarak saklanmayı ifade eder mi?
Yemek politikası arasındaki bu ilişki, özellikle son günlerde daha belirgin hale geldi. Hem küresel hem yerel politik hem de toplumsal hareketler yeme-içmede bulunduğumuzu şekillendiriyor. Yemek yoluyla toplumsal değişimin tetiklenmesi gerekliliği vurgulanıyor.
Bu ekonomik durumun finansal bir temeli de var: Avcı-toplayıcı toplumdan tarıma geçişle gıda üretimi ve tüketimi, sosyal yapılar ve politik güç dengelerini bozmanın önemli bir faktör haline geldi. Zaman içinde tükettiklerimiz dünyada nasıl görülebiliyorsa bir mesaja evrildi; daha adil ve çevre dostu bir geleceği savunmak ya da sosyal ve sıcaklıkta adaletsizliklere göz yummak gibi.
Bir de konunun gıda tüketimi ve dayanışma ilişkisi boyutu var. Gıda toplumları birarada tutan güçlü bir bağ misyonu taşıyor. Gıda yardım ağları ya da gıda dayanışmacı toplulukları açlıkla mücadelenin bir adım ötesinde, toplumsal eşitsizliklere karşı verilen bir savaş olarak da okunabilir. Bu dayanışmalı sistemin sisteminin kendisini sorgulaması, eşitsizlikleriyle kalıcı olarak ele alınması mümkün oluyor.
İklim değişimi, yoksulluk, açlık, artan eşitsizlikler… Hepsinin içerdiği bir mücadelenin parçaları . Dünyanın dört bir yanındaki iş dünyası ve hükümet hükümeti, açlıkla mücadele ilişkileri politik tutarlılıklarını yeniden teyit ederken kaçırdıkları bir husus var: Tüketici de bu zincirin bir döngüsü. Belki de hayattan daha etkili çünkü alışverişe her gittiğinde bu sözü yeniden teyit etme hakkı var.
Bu nedenle bir dahaki sefere eliniz raftaki bir ürüne gittiğinde şunu anımsıyor yararları var: Ne yersen onu savunursun. Neticede gıda tercihleri durması, protesto ve dayanışma gibi anlamlara sahip. Bazen direniştir.
Bugün Türkiye’nin iki uç yolculuğunda gıda üzerinden şekillenen iki direniş hikayesini dinliyoruz: Balıkesir’den Nihal Güven (Desne Arı Ürünleri Çiftliği) ve Diyarbakır’dan Şehadet Çitil (Hevsel Bahçesi). İki hikaye de kendi coğrafyalarının ve zamanlarının koşullarıyla mücadele ediyor. Biri doğayı koruyarak üreterek, diğer bileşenleri dönüştürerek güçlenmeye çalışıyor. Her ikisi de nadide bir “alanda var olma çabası” veriyor ve bu çaba sadece kendi yaşamlarını değil, çevresindeki yaşamları da dönüştürme potansiyelini taşıyor.
Nadide bir alanda var olma çabası
Desne Arı Ürünleri Çiftliği, Balıkesir
İstanbul’da doğup büyüyen Desne Arı Ürünleri Çiftliği’nin kurucularından Nihal Güven , üniversite eğitimini ziraat fakültesinde tamamlıyor. Nihal Hanım’ın ailesi 90’lı yıllarda İstanbul’dan Balıkesir’e göç ederek çiftçiliğe başlıyor. İlk olarak tavukçulukla işe koyuluyorlar, ardından büyükbaş hayvancılıkla devam ediyorlar. Ancak önce tavuk gribi nedeniyle hayvanlar telef oluyor, ardından da süt kırıldığından kaynaklanan kâr kaybı nedeniyle hayvancılığı da bırakmak zorunda kalıyorlar.
“Kapıdağ Yarımadası’nda geniş meralar olmadığı için hayvanlar ancak nakliyeyle götürülebiliyor ve üretilen süt o gün mutlaka satılmak zorunda kalıyor. Saklama olanağı sağlayan ürün çok altında, alıcının mevcut fiyata veriliyor. Tavukçuluk ise, başlangıçta broiler sistemiyle, hem hayvanların hem insanların oldukça sağlıksız bir şekilde gösterileri yapılıyor.”
O yıllarda Nihal Hanım, anlaşma üretim odaklı bir televizyon programı çalışıyor. Program kapsamında Türkiye’nin birçok köyü ziyaret ediliyor. Bir gün bir arıcının kapısı çalınıyor. O ziyaretle Nihal Hanım’ın kafasında bir ışık yanıyor. Bu fikri babasıyla paylaştığında ilk tepkisi ” İnekçiyi sinekçi mi yapacaksın?” oluyor. Ama uzlaşma süreci çok uzun sürmeden 2015 yılında Balıkesir’de 10 kovanla arıcılığa başlanıyor:
“Yıllar yılı hayvancılık ve toprakla haşır neşir olmama rağmen aradan geçen zamanda farkettiğim ki arıcılıktan ne tabiatı tanıyorum ne doğadaki polinatörlerin değerini biliyormuşum. Hep mesleki gözlemledim. Ama arıcılıkla birlikte doğayı gerçekten çalışmaya başladım.”
İklim krizi ve verim
İşe başladıkları ilk hafta ailece dağda bir arıcının yanında kalarak temel bilgiler öğrenmişler: Larva transferi, bal ve polen nedir, arına nasıl gelir, nasıl depolar… Adım adım ilerlerken başlangıçtaki 10 kovan, kısa sürede 14’e çıktı.
İşler büyüyor gibi görünse de Nihal Hanım, Türkiye’de üreticinin ürünü doğrudan pazara sunmasının başlatılması Hal hareketi gibi çeşitli engellerden bahsediyor. “Bizim avantajımız, organik sistemler üretim değişimi” dese de bunun da pek kolay olmadığını belirtiyor:
“Tarım beslenmeleri (pestisitler) Türkiye’de maalesef çok yaygın ve bilinçsizce kullanılıyor. 1950’lerden sonra sistematik olarak yerleştirilen bir anlayışla pek çok üretici ‘Bu çiftçi kullanmazsam ürün alamam’ kişilerinne şartlanmış. Biz organik sertifikamızı sadece ürün satabilmek için değil, terapiye güven vermek için aldık.
Arıcılığın doğal üretim programı üreticiye bir özgürlük tanısa da son 2-3 yıldır artan iklim krizinin etkileri bu alanda görülüyor. Methederek bahar ballarını son iki yılda çok az alabildiklerini söyleyen Nihal Hanım, aynı balı geçen yıl hiç alamadıklarını belirtiyor. Soğuk havalar çiçek açsa da arının çıkışının sağlanmasına izin verir. Bu da üretim sürecini geciktiriyor ve arı ancak kestane balı yetişebiliyor.
“Polen ve propolis üretimimiz düştü. Propolis genellikle kovanın üst kısmından, yani ‘arının eczanesinden’ alış verişinden.
Sürdürülebilirlik için üçlü sorumluluk
Arıcılığın sürdürülebilirliği için üretici, işletme ve kamunun hangi adımların atılmasının işleyişi başlıyor.
“Kamu tarafının öncelikle tarım zehirleri konusunda ciddi bir denetim sıcaklığı oluşması gerekiyor. Kimyasal gübreler çok kolay kullanılıyor, alternatif sıcaklıklar neredeyse unutturulmuş durumda. Hayvancılık meralardan hayvanlara kapandılar. Hayvanlar doğal ot yerine suni yemlerle beslendi. Bu da hayvanın ömrünü kısalttı hem etin hem de sıcaklık düştü.
Pazarda bir röportajda teyzeye tezgahıtaki meyveler sergip ‘Zararlı olmasın?’ diye sorunca ‘Devletim zararlı olsa sattırmaz’ yanıtını veriyor. Oysa normalde burada üreticinin gözünün yaşına bakmadan ciddi denetim yapması gerekiyor.”
Peki bu durum arıcılığı nasıl etkileniyor? Eğer bir yerde mera hayvancılığı yapılıyorsa, o meralar korunuyor. Meralar arıları için nektar ve polen kaynağı demek. Desne Arı Ürünleri Çiftliği’nde orman ağaçlarıyla çalışılıyor, dolayısıyla mera hayvancılığı onlar için oldukça önemli. Ancak Nihal Hanım, büyükşehir yasalarıyla bu meraların imara açılıp yokluğundan vuruyor:
“Tarım zehirlenmelerinin sonu yok. Başta bir dozla başlıyor, sonra ürün kazancı kazandıkça üç-dört doza çıkıyor. Oysa sorular zaten bir denge var: Yaprak bitini uğurlayan yer böceği, onu eşek arısı, onu kurbağa, sonra kirpi… Siz bu döngüyü bozmazsanız zaten her şey yolunda gider.
Bizim için asıl önemli olan üretim alanımızın ve doğanın korunması. Pazara ulaşımın kolaylaştırılması da bir diğer ihtiyaç. Bal, polen, propolis gibi ürünler ağırlıklı olarak orta sınıfa ve üstüne satabiliyoruz. Ancak fiyatların parçalanması bile erişimi zorlaşıyor. Bu da üretimin sürdürülebilir bakış açısıyla bizi zorluyor. Çünkü bu çiftlik bir şekilde dönmek zorunda. Kamu bize kovan başına küçük veriliyor ama bu yeterli değil.”
Bir bilene danışalım diyor ve Nihal Hanım’a iyi bir balın tanımını soruyoruz:
“Gerçek bal kristalleşir. Kristalleşme, balın doğal şeklinin göstergesi. Şeker karışımı olup olmadığı analizle net olarak anlaşılsa da çiçek balının kristalize olmaması ya fazla ısıtıldığının ya da glikoz şurubuyla üretildiği ibaresi. Bu kural balları olan meşe, kestane, çam gibi ballar için geçerli değil.”
Kalkınma, kimlik ve toprak
Hevsel Bahçesi,Diyarbakır
Hevsel Bahçesi’nin kurucusu Şehadet Çitil , eski bir gazeteci. Gazeteciliğin gitgide zorlaştığı günlerde, Diyarbakır Sur’daki yeni yapılanma süreciyle uzaklara dönmeme kesintisi yaşanıyor. Şehadet Hanım, bu dönüşü çok planlı bir şekilde yapmıyor. Tarımda temiz tarım ve atalık tohumunu kullanarak bölgesel ekipman satmayı planlıyor.
Bir gün Diyarbakır’da alışveriş yapmak için tercih edilen bir ana caddede birbirinden farklı ki salça, baharatlar ve kuruluklar burada üretilmiyor, bunlardan çoğu fabrikalardan geliyor. Oysa Diyarbakır verimli toprakları, genç konut ve iklimi ile tarım için çok esnek bir bölge. Ama maalesef üretim burada yapılmıyor, bu topraklara ait ürünler başka ürünler geliyor.
Şehadet Hanım ve yakınları, böylece ekip-biçme fikrinden öteye geçiyor ve köy köyde yaşamaya başlıyorlar. Temiz üretim yapan ve atalık tohumla üretim yapan insanları bulmak için Diyarbakır, Batman, Bitlis, Van, Hakkari, Şırnak, Mardin gibi toplantılar oldukça uzun bir sürede ortaya çıkıyor. Van Gölü’nü merkeze alarak tüm köyleri geziyorlar.
“Başlangıçta konvansiyonel tarımla üretim yapanlarla işbirliği yapmama aldık. sistemlerin dahil olması.”
Kooperatiften öte bir model
Hevsel Bahçesi için bir yerel kalkınma projesi düşünülebilir ancak Şehadet Hanım faaliyetleri iş için bir kooperatif olarak yaklaştıklarında çiziyor. Şehadet Hanım’ın aktardıklarına göre kooperatiflere, genellikle bölüm üretime odaklanıyor; kullanım kısımları ise eksiklikler döngüsü. Bu da sürekliliği zorlaştırıyor.
Hevsel Bahçesi, üretim yerinde kooperatif modeliyle, satış kısmında ise tamamen özel sektör mantığıyla çalışıyor; kısa vadeli başarılardan sürdürülebilir sürdürülebilir bir iş modeli oluşturmayı hedefliyor.
“Kooperatifler imece usulüyle üretim yapar, daha sonra üretim yapılan ürünler standart ve dağıtılır. Ancak bizim yaklaşımımızda satış biçimi daha çok piyasa koşullarına göre şekilleniyor. Kooperatiflerin bu satış yerindeki eksiklikleri olduğunu hedefliyoruz çünkü birçok rekabet, piyasadaki rakiplerini göz önünde bulundurmuyor.”
Hevsel Bahçesi sadece bir tarım projesi değil, kadınların sosyal ve ekonomik güçlenmesi için önemli bir alan sunuyor. Kendi köylerinde geçimlerini sağlamak için mücadele eden bu kadınlardan birçoğu, Hevsel Bahçesi’yle çalıştıktan sonra ekonomik olarak güçlenirken hayatlarını dönüştürme fırsatı da buluyorlar. Hevsel Bahçesi’nin kadınları geliştirme çabası bölge genelinde sosyal ve ekonomik durum da değişiyor.
“Bir köyde reyhan eken bir teyze, önce kendi tarlasını işleyip parçaları satmaya başladı; sonra diğer kadınlar da bu işe dahil oldu. Ayrıca bu kadınlar, damla sulama yöntemi gibi modern tarım tekniklerini üretimlerini daha verimli halee yükselttiler.
Bir başka örneği ise Çukurca’da biz çalışan bir kadının boşanma süreciyle ilgili. Bu kadın bizimle çalıştıktan sonra parayla avukat tutarak, çocuğun velayetini almayı başardı. Üretici kadınların kazandıkları gelirle evlerini yenilediler, ulaşım eğitimini üstlendiler ve hayatlarını dönüştürdüler. Bu tür küçük ama etkili değişimlerin, büyük bir yerel kalkınma modeline dönüşebileceğini görebiliyoruz. Örnekler çoğalıyor, kadınlar daha fazla özgürleşiyor ve ekonomik açıdan güçleniyorlar.”
Ekonomik ve sosyal güçlenme
Hevsel Bahçesi’nin ilk adımlarında köylülerle lojistik ve satış konusunda büyük zorluklarla karşılaşılıyor. Özellikle 3.000 rakıma kadar üretim yapan köylüler, şehir içi üretimlerini taşıyamıyorlar. Van’daki Nordus koyun kavurması ya da Bitlis’teki kuru domates gibi ürünler İstanbul’a asla ulaşılamıyor.
Hevsel Bahçesi’nin sistemi bu köylere gidiş alım bağlantıları, yöntemlerle dağıtım iyileştirmeleri ve akabinde de İstanbul’a, İzmir’e hatta çevrimiçi platformlara ulaşmasını sağlamak üzere kuruluş üzerine kuruludur. Peki bu süreçte ne tür zorluklar yaşıyorlar?
“Tarım zaten kendi başına çok zor. Hem büyüyor hem genç nüfus yok; çiftçiler yaşlanıyorlar. Biz beş sene önceki üreticilerimizi artık bulamıyoruz çünkü çocuklarımız çalışmak istemiyor. Bunlar genel sorunlar. Bir de bizim özel olarak sorunları var. Hevsel Bahçesi’ne başladığımızda bölge siyaseten karışıktı. bize ilk ‘Ürünlerinizi hangi köyden alıyorsunuz?’ O köy, olaylara karışmış mı, karışmış mı öğrenmek istiyordu.
Oysa Gabar’ın eteklerinde 1.400 yıllık zeytin ağacı var. Ama Gabar denince akıllara gelen farklı senaryo. Romantik bir algı değişiminden söz ediyor ama sütte değişiklik yapılması gerekiyor biz tarımla ve sofrayla mümkün kılmak istiyoruz. Burada günlük değerler konuşmadığımız süre boyunca gündem hep başka meselelerle doluyor. Biz bunları konuşmak istedik. Böyle bir yolu tercih etmiştik. Yani bir Şırnaklı ile üretim yapma eforu mu yoksa başka bir ‘mahallede’ Şırnak’tan gelen ürünü anlatırkenki efor mu diye sorarsanız kesinlikle ikincisi beni daha çok zorladı.”
Tarımda genç büyümenin zorluğundan bahseden Şehadet Hanım’a ideal bir yerel kalkınma planı nasıl olmalı yönlendirildiğimizde ise büyüme yanıtı çok net: Gençlerin tarımda yer programı şekilde yeniden yapılandırılmalı.
“Yerel kalkınma modelleri, gençleri tarıma dahil olma ve asgari yaşam göstermeyi sağlayan yerel üretime geçmeyi artırmalı. Aynı zamanda yerel kalkınma projelerinin yerel kooperatiflere de destek vermeleri gerekiyor. Hakkari ve Çukurca gibi çok başarılı kooperatifler var ama çoğu zaman bu kooperatifler yerel kalkınma projelerinin dışında kalıyor ve potansiyellerini tam anlamıyla kullanamıyorlar. Desteklerin tam anlamıyla kullanılamıyorlar.”
Foto: Pieter Aertsen’dan Pazar Yeri, 1569, Hallwyl Müzesi Stockholm.
Kaynak: Reyhan Ülker / Aposto
POST A COMMENT.