Nehna: Antakya’nın kültürel hafızasını ve dayanışmasını
bir sofrada yaşatmak
Arapçada “biz” anlamına gelen Nehna, Antakya’nın zengin kültürel mirasını yaşatma misyonuyla yola çıkan bir topluluk. Anna Maria Beylunioğlu, Emre Can Dağlıoğlu, Mişel Uyar, Ferit Tekbaş, Can Terbiyeli ve Ketrin Köprü tarafından kurulan Nehna.org, Antakyalı Ortodoksların tarihini, kimliğini ve kültürel değerlerini araştırarak kayıt altına almayı ve geniş kitlelere ulaştırmayı amaçlıyor. Ancak Nehna’nın anlamı ve kapsadığı sorumluluk, bir cemaatin sınırlarını aşarak tüm Antakya’yı kucaklıyor.
6 Şubat 2023’te yaşanan büyük depremin ardından Nehna üyeleri bu sorumluluğu daha da derinden hissetti. Antakya’daki yıkımın yarattığı sorunları duyurmak ve çözüm üretmek için harekete geçtiler. Kültürel hafızayı ritüellerden mimariye, doğadan yemek kültürüne kadar birçok alanda hatırlatmaya ve kentin yeniden inşasında Antakyalıların söz sahibi olmasını sağlamaya yönelik çalışmalar yürüttüler.
- Nehna.org’da yalnızca Antakyalı Ortodoksların güncel toplumsal sorunlarına değil, aynı zamanda yemek kültürü, müzik, din ve tarih gibi alanlara da yer veriliyor. Platform, hem Antakya’nın hafızasını canlı tutma hem de gelecek kuşaklara aktarma işlevi görüyor.
Depremin ardından Nehna üyeleri memleketlerine dönerek dayanışma içinde hareket ettiler. Yaşadıkları üzüntüye rağmen “biz” olmanın gücünü bir kez daha hatırlatarak yaraları sarmaya koyuldular. Bu süreçte, Nehna üyelerinden Anna Maria Beylunioğlu’nun gastronomi alanındaki uzmanlığı ve akademik çalışmaları, organizasyonun kriz anında hızla aksiyon almasını sağladı. Beylunioğlu, deprem anında çevresindeki gastronomi uzmanlarıyla biraraya gelerek İskenderun ve Samandağ’da dayanışma mutfaklarının kurulmasına öncülük etti. Bu mutfaklar, felaketin ortasında sıcak yemek sağlayarak afet bölgesindeki insanlar için yaşamsal bir destek noktası hâline geldi.
Nehna artık yalnızca bir araştırma platformu olmakla kalmayıp Antakya’nın yeniden inşasında, hafızasının korunmasında ve toplumsal dayanışmanın sürdürülmesinde de önemli bir rol üstleniyor. Bir yandan kaybolmaya yüz tutan hikayeleri kayıt altına alırken diğer yandan kentlerini yeniden ayağa kaldırmak için çalışan ekip, Antakya’nın ruhunu ve “biz” olma bilincini yaşatmaya devam ediyor.
- Kimdir? Mersin’de doğan Anna Maria Beylunioğlu, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler üzerine aldığı lisans ve doktora eğitimini İstanbul ve İtalya’da tamamladı. Profesyonel şeflik eğitimini tamamladıktan sonra çeşitli restoranlarda çalışan Beylunioğlu, sosyal sorumluluk projelerine katkı sundu. Yemek kültürü ve gastrodiplomasi ile ilgili makaleler yazmaya devam eden Beylunioğlu, Koç Üniversitesi ve MEF Üniversitesi başta olmak üzere çeşitli üniversitelerde “Din ve Siyaset”, “Yemek, Siyaset ve Toplum” konulu dersler veriyor.
6 Şubat depremlerinin ardından Nehna olarak nasıl bir aksiyon aldınız? O dönemde öncelikli olarak hangi ihtiyaçları karşılamaya çalıştınız?
Biz aslında deprem gününe kadar toplumumuzun güçlü kültürel pratiklerini ve güncel sorunlarını anlamak ve anlatmak için biraraya gelmiş bir platformduk. Depremin ardından öncelikle kendi ailelerimiz için ardından da bölgedeki tüm insanlar için endişe ederek Antakya’ya odaklandık. İlk günler sadece insanı değil bölgedeki tüm canlıları etkileyen bir dram yaşanıyordu. Antakyalıların yaşadığı endişe, korku ve zor fiziksel şartlar bizi insanların en temel yaşam ihtiyaçlarına destek olabilmek için harekete geçirdi.
O dönem insanlarla sosyal medya hesaplarımızla iletişim kuruyorduk. Elimizden geldiğince doğru olduğunu bildiğimiz bilgileri ve ihtiyaçları duyurmaya çalıştık. Bu ihtiyaçlar öncelikle can güvenliğine dairdi. Enkaz altında sevdikleri olanlar vardı ve tabii ki hava çok soğuktu. Temel olarak yiyecek ve barınmaya dair birçok ihtiyaç vardı.
Deprem bölgesinde gıda sistemleri nasıl etkilendi? Gözlemlerinize göre hangi alışkanlıklar değişti?
Antakya ve çevresinin ekonomisi tarımdan besleniyor. Böyle büyük bir depremde gıda sisteminin ciddi hasar alacağı aşikardı. Yıkım öyle büyüktü ki depremin ilk üç ayı büyük bir gıda krizi yaşandı. Bölgeye yiyecek ulaştırmak çok fazla efor gerektiriyordu. Özellikle ilk hafta sivil toplum örgütlerinin ve duyarlı vatandaşların çabalarıyla bölgeye gıda ulaştırılabildi ancak bu yardımlar çok kıymetli olsa da ne yazık ki koca bir okyanustaki tek damla gibiydi.
Bugün bu yaşanan zorluklar şekil değiştirdi fakat hâlâ devam ediyor. Öncelikle tarım arazileri ciddi ölçüde zarar gördü. Birçok yer imara açılıyor. Gıda sistemleri oldukça sekteye uğradı. İnsanların bir kısmı memleketlerine geri dönse de çoğunluk bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. Birçok alanda yer yer belirsizlikler hâlâ sürerken, konteyner şartlarında büyük zorluklarla varolan kültür ve alışkanlıklarını devam ettirmeye çalışıyorlar.
O dönemde kurulan dayanışma mutfaklarının topluluklar üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Güncel durum nedir?
Deprem sonrası dayanışma içinde olan birçok grup güç birliği kurarak harekete geçti. Dünya Gıda Programı’ndan sevgili Yalçın İnam’ın çağrısıyla daha sonra Acil Gıda Kolektifi adını alan bir grubun içinde yer aldım. Bu grup deprem sonrası yaşanacak gıda güvenliği krizinin farkında olarak, hiç vakit kaybetmeden hemen ertesi sabah biraraya geldi ve deprem bölgesinde aşevleri kurulması için çalışmaya başladı. Ben Nehna vesilesiyle Samandağ ve İskenderun’daki mutfakların kurulmasına aracı oldum. Bu kolektif çaba sayesinde 7 Şubat öğleden sonra İskenderun’da Mar Circos Kilisesi bahçesinde sıcak çorba dağıtılmaya başlamıştı. Bu, yaşamsal bir ihtiyaca yanıt verebilmeyi önceliklendiren çabalardan yalnızca biriydi. Özellikle ilk iki ay bu ihtiyaçların giderilmesi konusu elzemdi.
Depremzedeler açısından düşündüğümde bir yandan cenazelerini defnetmeye çalışıyorlar bir yandan da hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Özellikle ilk üç ay bu dayanışma mutfakları orada yaşayan insanların en önemli gıda kaynağıydı. Sonrasında bazı mutfaklar yerel halkı istihdam etmeye başladı. Böylece en az bir sene etkin bir şekilde çalışmaya devam ettiler. Şu an bildiğim kadarıyla bu dayanışma mutfakları ve buraya kanalize edilen teçhizat özellikle çadır kentlerde kullanılıyor. Üniversiteler, sivil toplum örgütleri kooperatif ya da gıda inisiyatifleri farklı projeler aracılığıyla bölgede faaliyet göstermeye ve yerel halk için bir istihdam kaynağı yaratmaya devam ediyor.
Yemeğin iyileştirici rolü
Yemek, travma sonrası toparlanma sürecinde nasıl bir rol oynuyor? Psikolojik ve sosyolojik açıdan nasıl bir etkisi var?
Yemeği birçoğumuz biyolojik bir ihtiyaç olarak düşünüyoruz. Ancak ihtiyacın ötesinde insanı kimliğine ve kültürüne bağlayan bir yanı da var. İnsanlık yüzyıllar boyu gıdayı topluluklarla şekillendirmiş, etrafında dinî ve kültürel ritüeller geliştirmiş. Bu ritüeller olmasa yerel kültürler oluşmazdı. Biz de bu kültürleri tanımak deneyimlemek için buralara gitmezdik. Turizm dediğimiz sosyoekonomik olgu da buradan doğuyor.
Deprem sonrası süreçte sokaklarda mangal yapan, yemek yiyen insanların bazıları tarafından eleştirildiğini hatırlıyorum. Oysa bu insanların biyolojik ihtiyaçlarının yanı sıra onlara varolduğunu hissettiren, şimdilerde yıkılı hâlde duran ama bir zamanlar evleri olan o duvarların içini dolduran alışkanlıkları var. Yemek bu alışkanlıklardan biri ve hatta belki de en önemlisi. Varolabilmek, varolduğunu hissedebilmek için yemek ve ona ilişkin rutinleri mümkün olduğunca eskisi gibi sürdürmeye ihtiyaç duyuluyor.
Bu durumda yemeğe dair aktiviteleri yaşamaya dair direncin en etkili aracı ve göstergesi olarak görüyorum. Bir depremzededen duyduğum bir anlatıdan yola çıkarak diyebilirim ki yıkıntıların arasında durup tüm zorluklar ve imkansızlıklar içinde Antakya kahvesi yapıp içmek bir lüks olarak nitelendirilmemeli; direnmenin, hayata tutunmanın, tutunmak istemenin bir aracı ve işareti olarak görülmeli.
Ekonomik olarak zor durumda kalan yerel üreticiler ve esnaf için yemek, toparlanma sürecinde nasıl bir araç olabilir? Buna yönelik çalışmalar neler?
Yemek ekonomik olarak toparlayıcı ve her açıdan iyileştirici bir araç olabilir, oluyor da. Bugün bölgeye geri dönen yerel üreticiler tüm fiziksel ve ekonomik zorluklara rağmen üretmeye devam edebilmek için var güçleriyle çabalıyorlar. Buğday Derneği başta olmak irili, ufaklı birçok organizasyonun bölgedeki küçük üreticiyi destekleyen çalışmalar yürütüyor ve bu çabayı çok önemli buluyorum. Esnaf, konteyner koşullarında da olsa üretime devam etmeye çalışıyor çünkü hayatına devam etmek için bunu yapmak zorunda.
Esnafın ve üreticinin bölgeye dönmesi, tüm zorluklarına ve bunun sürdürülebilirliğine dair duyulan soru işaretlerine rağmen insanlarda evlerine ve şehirlerine geri dönmek için umut ışığı yakıyor. Aslına bakarsak umut da toparlanmanın ilk adımı. Yine kıymetli çabalardan biri olarak Antakya’da yerel üreticiler için bir çarşı yapıldı. Bir de normal hayatlarında yemeği bir iş olarak görmeyen birçok depremzede bugün hazırladıkları yerel lezzetleri internet üzerinden satarak kendilerine gelir yaratmaya çalışıyorlar.
Bu çaba sadece deprem bölgesinde kalanlarda değil, şehirlerini terk etmek zorunda kalıp bugün İstanbul, Ankara, Antalya gibi şehirlere göç eden insanlarda da görülüyor. Bunu sadece para kazanmaya ve geçimlerini sağlamaya dair bir çaba olarak görmemek lazım; aidiyet duygularını bu yolla pekiştiriyor ve bir anlamda toparlanıp kendilerini iyileştirmeye çalışıyorlar. Bu aşamada küçük üreticileri destekleyecek kooperatifler kuruluyor. Kooperatifler önemli rol üstlense de bu çabaları sürekli kılacak, güçlendirecek çalışmalar ne yazık ki oldukça az. İstanbul’da Postane kurumunun deprem bölgesinde yaptıkları projeler ve özellikle adil gıda politikası çerçevesinde yerel üreticiye verdiği destek de başarılı çalışmalardan.
Toplumun aidiyet ve kimlik duygusunu sürdürmede yemeğin kültürel bir miras olarak rolü hakkında ne düşünüyorsunuz? Deprem bölgesinde bu mirası korumak neden önemli?
Aidiyet ve kimlikten bahsediyorsak yemek en güçlü unsurlardan. Antropoloji Profesörü David Sutton’a göre kültüründen, memleketinden uzakta, diasporada yaşayan insanları geldikleri topraklara bağlayan en güçlü olgu tat ve koku. Uzun süre yurt dışında yaşayan ailelerin üçüncü ve dördüncü kuşak üyelerinde kültüre dair birçok öğe kaybolurken yemek, yemeğe dair beğeniler ve alışkanlıklar en son kaybolan, belki de hiç kaybolmayan unsurlar. Bunlara istinaden zarara uğrayan toplumlarda memleketle ilişkinin ve oraya dair beslenen aidiyet duygusunun yemek üzerinden devam ettiğini söylemek mümkün.
Kültürel mirasa dair korunması gereken ve önem taşıyan kültürel fiziksel varlıklar, dil, müzik gibi birçok unsur var ancak bunlar arasında yemek günlük hayatta her koşulda devam ettirdiğimiz, ettirmek zorunda olduğumuz bir pratik olduğu için çok güçlü bir ifade ve bir aidiyet biçimi. Yemek kültürü jenerasyonlar boyunca aktarılan kolektif bir hafızanın ürünü. Afetler ve savaşlarla beraber yok olan birarada yaşama hâlinin uzun vadede en vahim sonuçlarından biri üretilen kolektif değerlerin solup yok olması. Bu durum yaşandığında istediğiniz kadar fiziksel koşulları oluştursanız da o kültürden ve kimlikten bahsedemez hâle geliyorsunuz. Yemeğe dair ritüellerin kaybolması insanların kimliklerinin yok olması anlamına geliyor.
Peki bu durumda ne yapmak gerekiyor?
Öncelikle depremzedeleri evlerine geri döndürecek fiziksel ve sosyal koşulları sağlamalı. Geri dönüşü mümkün kılmak için onların ihtiyaçlarını ve taleplerini merkeze alan bir yaklaşım şart. Bunun yapılamadığı, eksik kaldığı durumlarda ya da böyle bir durumun oluşma ihtimalini hesaba katarak kültürel mirası kayıt altına almak adına planlanan çalışmalar mühim rol üstleniyor. Hatırlamak, hafızayı işlemek böyle durumlarda bir direniş biçimi hâline de gelebiliyor.
Politik bağlam
Yemek üretimi ve tüketimi üzerinden bölgedeki topluluklar nasıl güçlendirilebilir? Bu süreç, daha sürdürülebilir bir gıda tedarik ve üretim sistemine dönüştürülebilir mi? Kime, hangi görev düşer?
Tedarik sistemi ve sürdürülebilir bir üretim sistemi yaratılması özellikle üreticinin üretme motivasyonu için çok önemli. Ancak burada deprem bölgesi koşullarının da farkında olmak, buradaki ihtiyaçlara hassasiyetle yaklaşmak ve çözüm üretmek gerekiyor. Buradaki insanın bazen binbir zorluğu aşarak üretimi gerçekleştirdiğini unutmamalıyız.
Bazı bölgelerde toplu taşıma kullanmak, kısa mesafede bile bir yerden bir yere gitmek ya da kargoya ürün teslim etmek o kadar problemli ki. Sürdürülebilir sistemlerin kurulabilmesi adına bir sermaye, güçlü bir ekonomik kaynak şart tabii ancak burada bölge insanının ihtiyacına doğru cevap verebilmek için bölge insanıyla birebir çalışan, kooperatifler ve sivil toplum örgütlerini de içine alan sistemler geliştirilmeli.
Yemek ve topluluk dayanışması ilişkisi üzerinden benzer krizlerde daha etkili hareket edebilmek adına hangi dersler çıkarıldı?
Bu tip durumlarda yönetimlerin kriz merkezlerinin sistemli bir şekilde çalışması gerekiyor. Bir sistem, kapsamlı bir afet stratejisi olmadığı için deprem sonrası süreci ilk etapta tamamen insani kaygılarla ama aceleyle oluşturulan bazen kolektif bazen de bireysel çabalarla yürütmeye çalıştık. Sivil toplumu da içine alan kapsamlı bir çalışma şart. Bazı sivil toplum örgütleri, belediyeler, devlet yöneticileri belli çalışmalar içine girdiler ama bu konuda beraber bir strateji üretme konusunda bir çalışma görmedim. Yaşadıklarımızdan ders çıkarabildik mi emin değilim açıkçası.
Nehna olarak önümüzdeki dönemde deprem bölgesine yönelik nasıl projeler yürütmeyi planlıyorsunuz?
Bizim kurulma amacımız kimliğe dair güçlü öğelerimizi, kültürel hafızamızı koruma odaklıydı. Deprem sonrası bu amacımız ihtiyaca yönelik şekillenerek somut projelere dönüşmeye başladı. İnsanların interaktif bir şekilde Antakya hafızasını koruyabileceği hafizaharitasi.com‘u hayata geçirdik. Gençlerin Gözünden Tarih adını verdiğimiz projemizi geçen aylarda tamamladık.
Beraber ortaklaştığımız kurumların desteğiyle depremzede öğrencilere gelir yaratmaya çalıştığımız üç kermes düzenledik, bunları düzenlemeye de devam edeceğiz. Önümüzde dil hafızasını korumaya dair bir nebze de olsa katkı sunabileceğimizi düşündüğüm bir projemiz var. Sadece yemeğe dair henüz aktif bir projemiz yok ancak destek bulabilirsek bir kadın kooperatifi hayalimiz var.
Kaynak: Aposto
Manşet Foto: Anna Maria Beylunioğlu. Fotoğraf: Berge Arabian